Tarih
13 Şubat 2000, Pazar... İTÜ Maçka kampüsündeki Mustafa Kemal Anfisi o gün
çok önemli bir sanat olayına evsahipliği yapacak. Henüz fuayeye girdiğiniz
andan itibaren, bugünün, unutulmayacak bir gün olacağını seziyorsunuz. İlk
belirtiler, son derece profesyonelce karşılanıp ağırlanırken hissedilmeye
başlanıyor.
Ve, Yalçın Tura’ya Armağan Konseri’nin başlamak üzere olduğunu duyuran
gong sesi… 700’ü aşkın kişiden şanslı olanlar, kısa sürede koltukları dolduruyorlar.
Ayakta olanlar, basamaklara oturanlar var.
Artık, Brechtien/epik bir tiyatrodasınız sanki... Ney – kemençe – kanun
– ud – tanbur – kudüm – bendir gibi klasik sazlarımız da var; ama, özellikle
orkestra şefiyle birlikte kemanlar – viyolalar – viyolonseller – kontrbas
– arp ve vurmalı çalgıların ezgi/armoni ve ritminin yarattığı Batılı hava,
sopranosu – altosu – tenoru ve bası ile koronun seslendirdiği Şeyh Galib’in
şiirine âdeta bir yabancılaştırma efekti oluşturuyor:
Bir şûlesi var ki şem’i cânın
Fânûsuna sığmaz âsûmanın.
O
günü yaşayan herkes gibi, müzik ziyafetinden
neredeyse büyülenmiş olarak çıkan ve ayrıca bu konserde seslendirilen eserlerin
toplandığı 2 CD ile 1 kaseti satın almayı da ihmal etmeyerek bu unutulmaz
günü ilerde kısmen de olsa tekrar tekrar yaşama olanağına kavuşan ben, işte
bir ay sonra yine aynı kampüsün kapısından girmekteyim. Fakat bu kez yönüm,
İstanbul Devlet Konservatuvarı Müdürünün odası…
Bazı konserlerde şefin işareti üzerine oturduğu seyirci koltuğundan ayağa
kalkarak ya da sahneye çıkarak selam verirken uzaktan gördüğüm, ya da kimi
televizyon kanallarında katıldığı söyleşiler sırasında izlediğim bu besteciyi,
ve başucu kitabı yaparak defalarca okuduğum ‘Türk Mûsıkîsinin Mes’eleleri’nin
yazarını ilk kez yakından göreceğim…
Odasına girer girmez, tahmininde yanılmadığımı anlıyorum:
Yalçın Tura gerçekten tam bir İstanbul beyefendisi!
Evet, bu özelliğe sahip herkes kuşkusuz böylesi bir besteci olamaz; fakat
‘Yalçın Tura ses çelengi’ni örebilmiş bir usta, mutlaka şu anda karşımda
gördüğüm gibi bir kişi olmalıydı!
Bir de, kendisi kimbilir kaç kez işitmiştir ve tanıyanlar zaten bilir ama,
yine de değinmeden geçilmemeli: Konserin üstbaşlığında “65. Doğum Yıldönümünde”
ibaresi olmasa, bilmeyen birisinin kesinlikle tahmin edemeyeceği kadar genç
görünümde.
Ortama uyum sağlamak amacıyla Türkçeme çekidüzen vermeye çalışıp ilk sorumu
yöneltiyorum:
Bu Hayırlı İşin Mimarları
? Bu projenin safahatı
ile ilgili bilgi verebilir misiniz?
! Büyük ölçüde benim dışımda
gerçekleşti. Ruhi Ayangil ve İş Bankası Genel Müdürlüğü Halkla İlişkiler
Müdiresi Sayın Cana Atınç’ın çalışmalarıyla gündeme geldi. Ben de, Ruhi
Ayangil Orkestra ve Korosu için yazdığım ‘Şeyh Galib’e Saygı’ Kantatı
ile onun boyutlarına göre yeniden düzenlediğim bazı eserlerimle, başka birkaç
eserimin bu projede kullanılmasına izin verdim.
Bu proje biraz da benim 65’inci yaşımı kutlamak amacıyla düşünülmüştü. Sağolsunlar,
bu beni de çok mutlu etti.
Yalçın Tura büyük bir bestecidir. Hepimiz onun çoğu eserleriyle tanışığızdır.
Fakat ne yazık ki birçoğumuz bunun farkında değildir. Aşk-ı Memnû
dizisinin müziği hepimizin kulaklarındadır; fakat örneğin radyoda – TV’de
kendisinin ismi zikredilerek Kürdîlihicazkâr Sazsemâîsi adı altındaki
düzenlemesi icra edilmese belki bunun hiç farkına varmayacağızdır. Ya da
sorulsa kaçımız bir çırpıda bestecimize ait Yılanların Öcü, Kırık
Hayatlar, Keşanlı Ali Destanı gibi film ve sahne müziklerinin
adlarını sayabiliriz?
Burası böyledir; fakat,
Yalçın Tura aynı zamanda usta bir müzik teorisyenidir. Dolayısıyle, onunla
yapılan bir söyleşide birazcık da olsa derinlere gitmemek olmaz:
Onlar
Benim Çocuklarım
? Özellikle bu konser
kapsamındaki türden eserlerinizi, Türk musikisi tarihi, müziğimizin dünü
– bugünü – yarını bağlamında nasıl bir yere oturtursunuz?
! Bu
soruyu cevaplandırması gereken kişiler bence müzik tarihçileri ve eleştirmenleri
olmalı. Ben kendi eserlerim hakkında çok fazla söz söylemeyi doğru bulmuyorum.
Eserlerin kendisi ortada. Onlar bir babanın çocukları gibi ve ben kendimi
onların iyi yanlarını ve varsa kusurlarını değerlendirecek konumda görmüyorum.
? Soruyu şu anlamda
da almanızı arzu ederim: Bir yanda kökü çok gerilere uzanan geleneksel musikimiz,
bir yanda da özellikle Cumhuriyetin kuruluşundan sonra “Türk Beşleri” ile
gelişmeye başlayan çağdaş Türk müziği… Kendinizi hangisine daha yakın hissediyorsunuz
anlamında?
! Aslında geleneksel dediğimiz musiki de durmuş
bir sanat değil. Onda da asırlardan beri devamlı yenileşme var. Örneğin
17.Yüzyıl ortalarında yayınlanan bazı mecmualarda 25-30 fasıl bulunurken
ondan yüz yıl sonra çıkanlarda bunun üç – dört katı esere rastlıyoruz. Ayrıca
19. Yüzyıl başlarından itibaren önemli gelişmeler oluyor. Bunlardan en önemlisi,
1826 - 1830 arasında Mehterhane’nin lağvedilerek Muzıkayı Hümayun’un kurulması
ve Türk musikisinde Batı tarzı bir eğitimin başlaması… Yani Cumhuriyet,
aslında kendisinden yüz yıl önce başlayan bir hamleyi ele alarak buna
daha bir ivme kazandırmıştır. Farklı olarak, bu andan itibaren, yüzünü kesin
Batıya döndürmüş. Ama köklerinden kopmadan. Bu hareketlilik içinde, aşırı
uçlara gitme eğilimlerine de rastlanabiliyor. Örneğin, geleneksel çalgılarımıza
karşı ilgi, 50’li yıllara doğru biraz zayıflamış. O yıllar, benim müziğimdeki
gelişmenin bir parçası gibi nitelenebilir... Ayrıca benim bazı hocalarımdan,
ağabeylerimden farkımın, geleneksel Türk müziğini de çok iyi bilmem ve bu
öğelerden eserlerimde yararlanmam olduğunu söyleyebilirim. Yararlanmak derken,
bunun çok doğal bir davranış olduğunu belirtmem gerek. Bu benim zaten anadilimdir.
Benim genlerimde vardır. Yoksa, ‘eserime mahallî bir renk katayım’
kabilinden konulmuş yapay öğeler değildir.
|